MİNGER: BİR ÜTOPYA VE GELENEĞİN İCADI


Ütopya, yok/olmayan yer veya iyi yer anlamını çağrıştıran bir tasarımdır. Ütopyalarda türün isim babası Thomas More’dan itibaren sıklıkla ada metaforuna başvurulur. Dışarıyla etkileşimin sınırlı olması ve mevcut ideal yapıyı sürdürme anlamında ütopyaların adalarda geçmesi yazarlarca tercih edilir.  Pamuk’un eserinin geçtiği yer olan Minger, aslında olmayan, Pamuk’un hayalindeki bir adadır. Minger’i haritada ararsanız bulamazsınız, tabi kitaptaki haritadan bahsetmiyorum burada:) Ancak kitapta ütopyalara özgü bir ideal düzenden ya da tasarımdan bahsedemeyiz ancak Pamuk’un ya da eserin anlatıcısı Pamuk’un hayali arkadaşı Mina Mingerli’nin, Minger’i yer yer bir nevi ütopik bir yere dönüştürdüğünü söyleyebiliriz.

Eserin içeriğine dair çok fazla bir şey yazmayacağım. Kolağası Kamil üzerinden, Mustafa Kemal’e hakaret iddiasıyla sosyal medyada kopartılan yaygara da, ülkede insanların okumadan taraf tuttuğunu gösteriyor. Hatta bazı milyon takipçili hesaplar her konuda olduğu gibi burada da duyar kasmaktan geri kalmamada mahirler.  Kolağası Kamil görülen o ki ulus devletlerin kuruluşlarında önemli bir rol üstlenen asker figürünü temsil ediyor. Kolağası’nın dile, bayrağa ve marş gibi konulara yönelik yaptıkları da sadece Mustafa Kemal ile özdeşleştirilemeyecek Eric J. Hobsbawm’ın “geleneğin icadı” olarak kavramsallaştırdığı olguyu işaret ediyor. Bu yönüyle, bu tür kökenleri çok eskilere dayanan yaratımlar icat etmek, o gün için sadece Türkiye Cumhuriyeti ile sınırlı olmayan, o dönemlerde kurulan ulus devletlerin kendi meşruiyet zeminlerinin sağlamlaştırmada işlevsel bir rol üstleniyor. Tıpkı Minger’de yapılanlar gibi… 

Ayrıca eser boyunca Pamuk’un Abdülhamit ile, giriş bölümünde salgınla mücadele, eğitim ve modernleşme çabalarına dönük birkaç cılızın hafif ilerisinde olumlu yaklaşımlar dışarıda tutulursa, neredeyse bir kavga halinde olduğunu söyleyebiliriz. Bonkowski Paşa’nın öldürülmesi vakasını dahi kurgu da olsa Abdülhamit’e yüklemek herkesin harcı değil. Hatta Cevdet Bey ve Oğulları’nı oldukça başarılı bulan Fethi Naci’nin, Pamuk’un bu ilk kitabında sağı kötüleyeyim derken gerçeklikten saptığını belirtmesini hatırladığımızda, Pamuk’tan böyle bir yaklaşımı görmeye olağan bakılabilir. Pamuk’un burada çalışkanlığına, tarihe düşkünlüğüne ya da “Kafamda Bir Tuhaflık”taki adeta bir sosyolog hassasiyetine ya da “Kırmızı Saçlı Kadın”daki mitoloji-tarih kurgusundaki başarısına söz etmek istemiyorum. Bu harcım da haddim de değil. Ancak Türkiye ile ve Türk toplumu ile kurduğu ilişkinin zayıf olduğunu ya da yer yer nefret ve utanç gibi dürtülerle örülü olabileceğini düşünüyorum.

Son olarak, Orhan Pamuk söyleşilerinde dikkatimi çeken hususlardan birisi de her romanı en azından kafasında 30-35 senedir taşımasıdır. Veba Geceleri de Pamuk’un yıllardır kafasında taşıdığı, buna ek olarak bir eserinde ipucunu da verdiği bir konuyu içermektedir. Pamuk her ne kadar okuyuculara anlatacağı veba salgını konusunu hissettirmenin kolay olmayacağını öngörse de, günümüzdeki salgın dolayısıyla bu hiç de zor olmamıştır. Salgın sonrası eserinde nasıl güncelleştirmeler yaptı bilemiyoruz ancak içinde bulunduğumuz sürecin eseri anlaşılır kıldığını ama en azından benim açımdan merak ettirme gücünü azalttığını söyleyebilirim. 

Not: Keşke Orhan Pamuk’un arzu ettiği gibi kitabın dizisi çekilse de başta twitter gibi mecralarda okumadan eleştiri yapanlar okuma zahmetinden kurtulsalar:)

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar